Yazar Recep Maraşlı, yaşamının on dört yılını cezaevlerinde geçirdi. Farklı zaman dilimlerine yayılan bu on dört yılın bir kısmını 12 Eylül darbesi sonrası Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde geçiren Maraşlı, orada yaşadığı günleri, tanık olduğu ya da nakledilmeden önce yapılan zulüm ve işkenceleri kayda geçirdi.
Usta yönetmen Pasolini’nin “Salo ya da Sodom’un 120 Günü” filmini izledikten sonra yaşadıklarıyla bir denklik kuran ve çalışmasını bu filmin aldığı şekil üzerinden biçimleyen Maraşlı ile bir araya geldik ve Dipnot Kitap’tan yayımlanan ‘Diyarbakır ya da Sodom’un 5 No’lu Zindandaki Bin Günü’nü konuştuk.
Henüz önsözde “Diyarbakır cezaevi gerçeği hiçbir zaman basit bir işkence merkezine tekabül etmez. Burası her şeyden evvel apaçık ve tartışmasız bir asimilasyon okuludur” değerlendirmesi yapılıyor. Diyarbakır Cezaevi’ne gitmeden önce İstanbul Alemdağ ve Metris Cezaevi’nde kalıyordunuz. Diyarbakır Cezaevi’ni 12 Eylül darbesinin diğer zindanlarından ayıran özellikler neydi?
Amaç, yöntem ve uygulamalar bakımından çok keskin bir farklılık olduğunu söylemeliyim. Bu öncelikle siyasi amaç bakımından farklıdır. Kuşkusuz ki Diyarbakır 5 No’lu zindanı Türk sömürgeciliğinin 1925’ten 1980’e kadar Kürdistan’da yapmaya çalıştığı kimliksizleştirme, çökertme, direnme dinamiklerini kırma çabasını, daha dar bir alanda, daha hızlı biçimde ve seçilmiş bir kitle üzerinde uygulayarak sonuç alma isteğinin bir sonucuydu. Kürt toplumunun aydınlarını, siyasetçilerini, örgütlenmelerini, mücadeleye en istekli kadrolarını ve her türlü fedakarlığa hazır kitlesini buraya toplayarak; onlar üzerinden bu projeyi sonlandırmak istiyorlardı. Bir yere kadar bunu başarır gibi oldular ama her şey tam tersine döndü. Vahşet ocağı, direnme ocağı haline geldi.
Yani Kürt ulusal kimliğini, özgürlük taleplerini ve sosyalizm düşüncesini bu cezaevine gömmeye niyetliydiler. İstanbul ve diğer alanlardaki cezaevi uygulamaları “yoldan çıkmış” ve “terbiye edilmesi gereken” ama yine de sonuçta “bizim çocuklar” nazarıyla bakılan bir mahkum kitlesi nazarıyla bakılırken; Diyarbakır’daki kitle ise zaten hiçbir zaman “kendilerine ait olmayan”, yok edilmesi, ezilmesi, cezalandırılması gereken kötünün kötüsü “öteki” bir güruh olarak görülüyordu. Uygulamalar, yöntemler, yönelimler de buna göre keskin farklılıklar gösteriyordu. Örneğin, diğer cezaevlerinde, idare genelde koğuşların içine egemen değildi; aramalar, koğuş baskınları, operasyonlar vb. bittiğinde, kapılar kapandığında koğuşların içi siyasi tutsakların. Oysa Diyarbakır’da idare koğuşların içine, tutsakların bedenine kadar egemen hale gelmişti. Bunun ötesine geçilmiş, zihinlerini teslim alınma mücadelesi veriliyordu. Bunlar son derece önemli farklardır.
‘FAŞİZM HER YERDE AYNI ŞEKLİ Mİ ALIR?’
Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananları/yaşadıklarınızı çoğu izleyicinin vahşetinden ötürü izlemeyi yarım bıraktığı, yönetmen Pasolini’nin “Salo ya da Sodom’un 120 Günü” filmine benzetiyorsunuz. Yaşatılanlar inanılmaz bir hayal gücünün eseri… Film 1975 yapımı ama Diyarbakır Cezaevi 1980’de açılıyor. Sizce işkenceciler filmi izlemiş midir?
Bu filmi izlediklerini ve buradan ilham aldıklarını sanmıyorum. Filmin mesajı esasen zaten eleştireldir ve ben bu soruyu bir mecaz olarak sormuştum… Pasolini filminin anlattığı hikâye ile Diyarbakır Cezaevi pratiğinin aynılığı, sömürgeciliğin/faşizmin insan üzerindeki ideolojik ve fiili egemenlik kurma mantığının ve yöntemlerinin aynılığını/benzerliğini göstermesi bakımından son derece ilginçtir, aydınlatıcıdır. Zaten beni bu tezi yazmaya iten de bu çarpıcı benzerlik oldu; birisi -özünde bir gerçekliği sunsa da- sinemasal anlatımla çerçevelenmiş bir kurmaca bir film iken; Diyarbakır 5 No’lu zindanında yaşananlar tamamen gerçekti. Marki de Sade’ın kitabı ve Pasolini’nin filmi “Sodom’un 120 gününü” yani 3 aylık bir zamanı anlatırken, Diyarbakır 5 No’luda “Vahşet Dönemi” adı verilen süreç yaklaşık bin günlük yani 3 yıllık kesintisiz bir zamana yayılıyor. İçeride yaşananların yanında yapı itibariyle de benzerlikler bulunuyor. İnsanların “şato benzeri” bir binaya yerleştirilmesi, belirli kişilerin sözlerinin emir telakki edilmesi ve gardiyanların kraldan çok kralcı olmaları… Faşizm her yerde aynı şekli mi alır?
Evet… Hemen her mantaliteleri ve ufuk çizgileri aynı. Örneğin “suç” icadı ve “suçluların” seçimi de son derece çarpıcıdır. “Salo”daki “suçlular” neredeyse çocuk yaşlardaki 8 güzel genç kız ve 8 güzel delikanlıdır. Onların çeşitli hile veya zorbalıkla tutuklanıp bir şatoya kapatılmalarının nedeni sadece genç ve güzel olmalarıdır, burada cezalandırılan sadece masumiyettir. Sömürgeci faşizmin Diyarbakır’da icat ettiği “suç” ve “suçlular” da bundan farklı değildir; Kürt olmanız, tanımlanan “Türk vatandaşı” tipinin dışında olmanız, halkınızın özgür ve eşit haklarla yaşamasını istemeniz, insanların sömürülmemesini, emeği temel alan adil bir sistem istemeniz vd.. Bunlar suç ve suçlulardı… Cezaevine kapatılmayı ve orada kendilerini bekleyen kadere boyun eğmeyi hak ediyorlar diye düşünülüyordu.
Diyarbakır pratiğinde kimi kişiler için genel-geçer normlarda kriminal suçlamaların bulunması, burada kurulan “cehennem düzeneğini” örmeye yarayan taşlar olarak kullanmaya yarıyor. Cehennem kazanının asıl amacı ve hedefi ise, özünde “Salo”daki çocuklar kadar masum ve güzel olan bu insanlara, yönetiminin keyfi ve istekleri doğrultusunda yeni biçimler verebilmekti.
‘DİYARBAKIR PRATİĞİ, ‘ASKERİLEŞTİRMEKTEN’ ÇOK, ‘ESİR DÜŞMAN ASKERLERİN EZİLMESİ’ KEYFİYETİNE BENZER’
“12 Eylül darbesini düzenleyenler, siyasi tutsakları cezaevlerinde askerleştirmenin iyi bir fikir olacağını düşünmüşlerdi” diyorsunuz. İlerleyen bölümde bu düşüncenizi açarak, zorunlu askerlik ve bilinç oluşturma karşılaştırması yapıyorsunuz. Bu bağlamda önemli bir nokta var. Zira cezaevine girenlerin aksi yönde bir bilinci vardı. Sürecin sonunda askerleştirme operasyonu başarıya ulaştı mı sizce? Nasıl yorumluyorsunuz?
Hayır, askerileştirme operasyonu Türkiye genelinde başarılı olamadı hiçbir zaman. Bunun nedeni bu insanların genellikle zaten “sistemin askeri” olmaya karşı bir bilinçleri, bir tepkileri olmasıydı. Sıradan vatandaşın çocuklarını, bizim sevdiğimiz tabirle “halk çocuklarını” kışlalara doldurup, onları iyice ezerek, eğip bükerek “adam etme” pratiğinin başarılı olması, askere giden/gönderilen gençlerin zihin olarak zaten buna hazır olmalarıdır. Askerliğin “vatani vazife” olarak kutsanmasıdır; askerlik yapmadan evlenilmez, iş kurulmaz, devlet hizmetlerinden yararlanılmaz gibi zorunlu hale de getirilmesidir. Zamanı ve kuralları aşağı-yukarı bellidir; geriye buna katlanmak kalıyor.
12 Eylülcülerin “asker kafası”, devrimci, solcu gençliği asker kalıbına sokup, ezerek “adam etme” gibi, hep işe yaradığı düşünülen basit bir hesaba dayanıyordu. Halbuki devrimci gençlerin hepsi buna karşı olduğu gibi “kendi davasının askeri” durumundaydı. Sistemin askeri hale gelmesi ancak bilinçlerin teslim alınmasıyla ilgiliydi. Bu da başarılamadı, başarılamazdı.
Diyarbakır pratiği ise, Türkiye genelinden farklı olarak “askerileştirmekten” çok “esir düşman askerlerin ezilmesi” keyfiyetine benzer. Diyarbakır’a kapatılan insanların çoğunluğu düşman olarak görüldükleri ve kendilerini “esirlik” kavramı içinde tanımladıkları için dayatılan şeylere boyun eğmek zorunda kalsalar bile, zihinlerinde/düşüncelerinde hiçbir zaman meşruluk kazanmadı. Dolayısıyla Diyarbakır’daki “vahşet dönemi” de askerileştirmenin bir başarısı değildir, insanlar direnme dinamikleri kırıldığı için esir alınmışlar ama elde edilememişlerdir.
Tabii ki yine de “devşirilenler” oldu; bu kadar uçlardaki bir şiddetin elde edebildiği bu ürünleri daha sonraki yıllarda JİTEM, Hizbullah gibi kontra cinayetlerinde tetikçi olarak gördük.
Kitapta Diyarbakır Cezaevi’ni anlatırken de filmde yapılan işkencelere değinirken de aynı noktanın altını çiziyorsunuz: Burada “temel olarak ‘öteki’ olanın kimliğinin fethedilmesi söz konusudur.” Fakat bir yanıyla bunu yapanın zevk aldığı ve işkence edilenle dalga geçtiği gözlemleniyor. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Buradaki anahtar kavram “keyfiyet” olmalı. Belli kural ve çerçeveye bağlanmanın ötesinde de asker gardiyanlara, yönetici komutanlara, tutsaklar üzerinde kullanabilecekleri cinsel fantezileri dahil ancak ahlaki ve zihinsel kapasitelerinin sınırlayabileceği geniş bir keyfiyet alanı bırakılmıştı.
“Salo”daki gençlerden biri hakime sorar:
-“Efendim bize ne yapacaksınız?”
Cevap, – “Size ne yapacağımızı biz de bilmiyoruz” olur.
Bunun anlamı, sınırsız bir keyfiyet alanı bulunduğudur. Hemen serbest bırakmak veya oracıkta öldürmek dahil… O anda hangi duygu ve düşüncelerle akıllarına ne eserse onu yapacaklardır, önceden belli değildir.
Başına silah dayanan bir çocuk, ölümden son anda döner ve hakim ona bağırır:
–“Ölümün bu denli kolay olacağını düşünecek kadar aptal olamazsın değil mi? Bilmiyor musun ki belki seni bin kez öldürmeye niyetliyiz, sonsuzluğun sonuna kadar öleceksin… bin defa!”
Diyarbakır 5 No’lu pratiği de aynı keyfiyete sahipti. Dolayısıyla bu keyfiyet işkencecilerin zevklerine, hazlarına göre biçimleniyordu. Tutsaklara yaptıkları işkenceler onlar için bir oyun, bir eğlence biçimiydi.
Bir bölümde cezaevinde yapılan ve bedeni aşağılayan işkencelere referansla Maria Antonia Macciochi’nin “Faşizm, sınıf ayrımına dayandığından belki de daha fazla, cins ayrımına dayanır” sözüne atıf yapıyorsunuz. Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananları beden meselesi üzerinden erkekliğin yeniden üretimi bağlamında nasıl açıklarsınız?
Buradaki anahtar kavram da “kadınlaştırmak/ibneleştirmek” olmalı… Bir de “etnik tecavüz” meselesi var. Erkek üstünlüğüne dayalı cinsiyet ayrımcılığı, sınıfsal, etnik-ırkçı ayrımcılıkla iç içedir; ezenlerin mutlak otoritesini tamamlar. Türk sömürgeci egemen zihniyetinin “erkek”liğe ne kadar kutsal, büyük bir değer biçtiği biliniyor. Mafyatik örgütlenmelerde rakibine “etek giydirmek”, “dansöz gibi oynatmak” sonunda kanlı çatışmaları da gerektiren aşağılama kavramlarıdır. Diyarbakır 5 No’lu pratiğinde de sömürgeci militarizmle, “erkek ruhlu faşizm”in, aşağılama ölçütü bu düşman erkek kitlesini “kadınlaştırmak” ve bunun kaçınılmaz pratiği olarak görülen “ibneleştirmek”, bu kitleye ezmenin teslim almanın başat biçimlerinden biri olarak görülmüştür. Kadınlık aşağı bir cins, eşcinsellik de erkeğin kadınlaşması olarak en aşağı bir sınıflandırma sayılmıştır.
Erkeklere yapılan cinsel tacizler ve benzerlerinin toplam olarak cinsel şiddetin amacı, bu erkek kitleyi “kadınlaştırdığı”, “ibneleştirdiği” ve böylece onları aşağılık yaratıklar haline getirdikleri düşüncesidir. Kadın veya eşcinsel olduğu zaman da üzerinde her türlü egemenlik hakkı meşru olmaktadır. Bu cinsel işkence ve fantezilerden zevk almak dahil. Bizim toplumumuzda, hatta sosyalist siyasi kültürümüzde “kadın-erkek” eşit görülse de, Diyarbakır’daki cinsel şiddetin anlam ve boyutu fazla tartışılmamış, biraz sanki bizim feodal kültürümüzde de kabul gören bir biçimde “erkekliğe halel gelmiş” gibi utangaç bir sessizliğe bürünmüştür.
“Etnik tecavüz” kavramı 1990’lı yıllardaki Bosna Savaşı’yla popülerleşti ise de yaşadığımız coğrafyayı esas alırsak Osmanlı’nın bütün işgal ve fetihlerine eşlik eden bir süreçtir “etnik tecavüz”… Yenilen, işgal edilen özellikle Hıristiyan beldenin bütün maddi zenginlikleri gibi, kadınları, kızları, oğlanları da kendilerine “helal” sayılmaktadır. “Tecavüz”, muzaffer askerlerin cinsel tatmini için bir hediye olduğu gibi “tecavüz” sonucu doğacak çocuklar vesilesiyle bu halkın “piçleştireleceği”, erkeklerin kadınlaştırılmış olacağı ve bir daha kafalarını kaldıramaz halde utanca boğulacakları, böylece boyun eğecekleri öngörülmüştü.
Diyarbakır’daki cinsel şiddeti bu yanıyla da okumak yanlış olmaz. Kitabın, sömürgecilik ve faşizmin sadece etnik-kültürel değil, erkek egemen cinselliği boyutunun da tartışılmasına katkı yapmasını umuyorum.
‘MARŞLAR BİR PSİKOLOJİK İŞKENCENİN BAŞLICA ARAÇLARINDANDI’
Yine filme dönersek, müziğin kullanımını Diyarbakır Cezaevi’ndeki bir başka işkence metoduyla karşılaştırıyorsunuz. Harbiye Marşı, 10. Yıl Marşı, Komando Marşı gibi marşların ezberletilmesi ve yüksek sesle söyletilmesi direnci kırmanın bir başka yolu değil mi?
Müziğin bir işkence, bir hükmetme aracı olarak kullanılması 5 No’lu işkence laboratuvarının özgün alanlarından biridir. Bu, yöntem bir müzikalite değil, sesin düşünceyi boğmasını amaçlayan bir düzenek olmaktadır. Bu marşlar işkencenin arka plan müziği olmakta, bir zaferi, bir egemenliği temsil etmekte. Zorla içirilen pis sulardan, zorla yedirilen pisliklerden bir farkı yok. Kendi kendini dinlemeyi, derinlemesine düşünmeyi, hayal kurmayı, kendi duygularını deneyimlemeyi engelliyor.
Hoparlörlerden çalınan veya “eğitimlerde” bağırta bağırta okutulan bütün marşlar hem büyük bir psikolojik işkence hem de zihinlerin fethedilmesi için kullanılan başlıca araçlardandı. Örneğin resim, afiş, grafik gibi görsel sanatlar da burada zihin işgali, ideolojik psikolojik saldırganlık aracı olarak kullanılmaktaydı. Bütün koğuş pencereleri, kapılar, birçok tavan ve duvar boydan boya Türk bayrağı ile boyanmıştı. Koğuş davarları ve koridorlar, santimetrekare boş kalmamacasına, Türk liderlerinin/büyüklerinin resimleri ile, ırkçı sloganlarla, Atatürk’ün gençliğe hitabesi, İstiklal Marşı veya diğer vecizelerle tıka basa doldurulmuştu. Bunlar tutsaklara hem zorla yaptırılmıştı. Gözün gördüğü her şey, kulağın duyduğu her ses sömürgeci faşizmin beyninize yaptığı bir saldırganlıktı.
Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
Yazmadığım, resim, fotoğraf, seramik, grafik gibi sanatsal yollarla kendimi ifade etmeye çalışmadığım gün yok gibi. Bunlar toplum içine çıkacak kadar anlam veya benim nazarımda önem kazandığında onları elbette paylaşıyorum.